Fleet Foxes - Helplessness Blues


Tam bir korsan avcısı olduğum için ve yeterince sabırlı biri olamadığımdan olsa gerek albümün tamamını önce Rolling Stone üzerinden stream olarak hatim ettim ardından da malum ortamlara düştüğü için Capua halkının benden beklediği hareketi yaparak indirdim. Hatta sende indirmek istiyorsan albüm kapağına tıklayabilirsin, bu müzik ziyafetini kaçırmak istemezsin çünkü. Tek kelimeyle muazzam bir albüm olmuş. Beklediğimize kesinlikle değmiş. Kendi adını verdikleri 2008'deki albümü o kadar çok dinledim ki her gece uyumadan önce; bir daha Fleet Foxes uzunca bir süre dinlemezdim diyordum lakin Helplessness Blues'un tadından yenmez derecede güzel bir şarkı olması albümün geri kalanını da sabırsızlıkla dinleme isteği uyandırdı ve bu şekilde tavladı beni. Yine akıllıca sözler, insanı hemen yakalayan melodiler ve Robin Pecknold'un eşsiz vokali. Yine tam da uyku öncesi dinlemelik, sakin bir havanın hakim olduğu alışılmış Fleet Foxes soundu. Daha çok yeni olsa da ilerde bu albüm hakkında ilk albümün kusursuz bir kopyası diye yorumlar okuyacağımıza adım gibi eminim. Bu benim için kesinlikle bir kusur değil. Gruptan ne beklediğinizle alakalı bir şey bu. Benim ve muhtelemen Fleet Foxes dinleyicisinin de beklediği böyle bir şey olsa gerekti sanırım. Tıpkı The Strokes'un ikinci albümünde yaptığı gibi; 0 yenilik, yine yalnız gecelerin soundtracki olacak muazzam bir albüm.

Favori şarkılarım; Montezuma ve Sim Sala Bim.



*Koyduğum mp3ler copyright mağduru oldular, o yüzden albüm kapağına tık.

The Decemberists - The King Is Dead



Morrissey'i severim, hatta Morrissey'i seveni de severim. Colin Meloy da Moz sevgisi hat safhada olan bir biladerim, hatta Moz şarkılarını coverladığı Colin Meloy sings Morrissey isimli bir çalışması da mevcut. Bildiğim kadarıyla Meloy'un ilk solo albümü. Her ne kadar o çalışma genel olarak bende çalışmasa da o albümün en güzel yorumu olduğunu düşündüğüm Everyday Is Like Sunday'ı, zaman zaman dinlerim. Colin Meloy ile girizgahı yaptık, The Decemberists ile devam edelim. The Decemberists müzik klasörümün içinde bütün albümleriyle yer almış bir grup değil, beğendiğim birkaç şarkısı vardır lakin hiçbir zaman sıkı bir takipçileri olmadım. En basitinden "ne yapmış benim Colin Meloy biraderim, ah ulan yine unuttuk herifleri iyi mi" diye ağlayıp, hayatı bu şekilde zindan etmem kendime. Yani The Decemberists en sevdiğimiz grup değil lakin sevdiğimiz, takdir ettiğimiz şarkıları olan bir grup. Bu albümle de Down By The Water ve Rox In The Rox isimli iki güzel şarkıyı dinleyerek tanıştım, çok da güzel yaptım. Colin Meloy'un Morrissey ve The Smiths hayranlığından bahsettim; albümün adında da sanki İngiltere'den çıkmış en güzel albümlerden biri olan The Queen is Dead'e bir gönderme var gibi. Daha önce dinlediğim şarkılarına göre sanki bu albüm daha bir folk, country kokuyor gibi. Albümün sürprizi de REM'in gitaristi Peter Buck'ın üç şarkıda gruba eşlik ediyor olması. Bazı şarkılardaki mızıka tınıları Bob Dylan'ı hatırlattı. Dinlemeyeli uzun süre olmuş. Albüm Billboard 200 listesinde iki hafta boyunca bir numarada kalmış ki bu da gösterkiyor ki albümün güzelliği satış rakamlarına da yansımış. "2011'de iyi albüm yaptı yea, du bakalım" diyerek bitireyim.

The Decemberists - "Down By The Water"


It's all in the air!



Bahar geldi gelecek derken, bir türlü gelmeyi başaramadı. Ne zaman uyanıp da dışarı baktığımda o karanlık, baskın havayı görsem moralim bozuluyor. Dinlediğimiz müziklere de etki ediyor haliyle bu. O yüzden biraz sakin, karanlık bir mix oldu diyebilirim, ama güzel oldu. Hatta öyle güzel oldu ki şimdiden üç kez dinledim, uyuşturucu etkisi yapmasından tırsıyorum.

Destroyer - "Poor In Love"
The Civil Wars - "I've Got This Friend"
Beach House - "10 Mile Stereo"
Lovett - "The Fear"
Best Coast - "Our Deal"
Jonquil - "Compound"
Fruit Bats - "Feather Bad"
DeVotchka - "Exhaustible"

*8tracks kodunda sebebini anlamadığım bir hata çıkıyor bazen. Şurdan da dinlenebilir.

The Dears - Degeneration Street



The Dears ile Babylon'un twitter sayfası sayesinde tanıştım. Albümün açılış parçası Omega Dog'un canlı bir konser performansını paylaşmışlardı ve günümü gün etmişlerdi resmen. Babylon'un twitter ve facebook sayfasını takip etmekte fayda var zira sadece gelecek olan gruplar ile ilgili şeyler paylaşmalarının dışında böyle güzel şarkılar, yeni albümleri de paslıyorlar arada. Önce takip ettiğim birkaç müzik sitesinden albüm ile ilgili söylenenlere baktım ve okuduğum bütün yorumlara göre albümü öve öve bitiremiyorlardı. Hakkaten söylenenler az bile bu albüm için. 2011'de yayınlanan albümler içinde açık ara en iyi iş bana göre. O derece sevdik biz kendilerini. Yaptıkları müziğin The Smiths ile olan benzerlikleri, solist Murray Lightburn'ün sesiyle Morrissey'i andırması bile bu Kanadalı gençleri dinlemek için yeterli bir sebep. Camiada siyahi Morrissey bile denilmeye başlanmış M. Lightburn için. Bu arada kendisi grubun klavyecisi Natalia Yanchak ile de evliymiş. Natalia'nın grupla tanışma hikayesi de ilginç. Montreal'de bir barda ortak arkadaşları sayesinde bir barda tanışıyorlar ikili ve bizim Murray reyis gönlünü orda kaptırıyor Natalia'ya. Hanım kızımız, Murray baba için "zavallı çocuk" diye bile düşünüyor, çok geçmeden zaten klavyeci arayışları olan The Dears'da sanatını icra etmeye başlıyor.

Omega Dog'a ilk dinleyişte zaten bayılmıştım. Radio Eksen'de de fazlaca çalan Blood yine harika bir şarkı. Beğendiğim şarkıları yazmaya kalksam bütün tracklisti yazmak zorunda kalacağım. O yüzden hiç o işe girmeyeyim. Bu albüm kısaca içinde boş şarkı olmayan, hepsi ayrı güzel şarkılardan oluşan bir albüm. The Smiths'ten Blur'den izler taşıdığını söyleyenler sonuna kadar haklı. Ama bu albümde daha da fazlası var. Yılın albümü olur mu bilmiyorum. Daha iyileri çıkana kadar 2011'in en iyisi budur bence.

MP3: The Dears - "Blood"




O Ano Em Que Meus Pais Sairam De Ferias [2006]


Başlığı yazmak biraz zor oldu. 3 dakikamı falan aldı diyebilirim. Bir filme bu kadar uzun isim verilmesine karşıyım arkadaş. Bu kadar uzun film ismi olmaz. Çin işkencesi gibi. Arkadaşına bile söyleyemiyorsun hangi filmi izlediğini. O Ano em Que Meus Pais Sairam de Ferias. Ey yavrum ey. Ben bunu söyleyene kadar çocuk bile yaparım. Neyse filme geçelim. Yönetmen koltuğunda Cao Hamburger var. Futbol temalı bir dönem filmi bu. 70'ler Brezilya'sı, 70'lerin siyasi ortamı, 70 Meksika Dünya kupası. Pele ve Tostao'lu Brezilya milli takımı.. İzlemek için her şey mevcut. Filmdeki mevzu belli. Siyasi olaylara karışıp ülkeyi terk etmek zorunda kalan, çocuklarına dünya kupasından önce geleceklerini söyleyen bir anne baba ve dedesinin yanına teslim bile edilmeden bırakılan fakat dedesinin öldüğünü öğrenen ve mahalleliler tarafından bakılan Mauro. Yalnız kalmış bir çocuğun, evinden anne babasından uzakta anlatılan hikayesi yani. Mauro bebesi de acayip sevimli bir şey. Bir de erkek fatma rolüyle, küçük yaşta erkek kafasını çözen ve annesinin tükkanında soyunma odalarını arkadaşlarının gözetmesini sağlayan Hanna karakteri var. O yaşta bu işi ticarete dökmesi de güzel bir ayrıntı! :) Bebelerin oyunculukları son derece başarılı. Zaten yönetmen bebeleri bulmak için 1500'e yakın başvuru almış ve tam 6 ayını almış oyunculara karar vermesi. Filmin ekstrası tabii ki zaman zaman ekranlara da yansıyan '70 Meksika dünya kupası ve Peleli Brezilya. Futbol deyince hayatın durduğu bir Brezilya ve pür dikkat televizyona kesilen insanlar. Çekoslovakya gol atınca sevinen sosyalistin Brezilya gol atınca sevinçten çıldırması.. O zamanlarda yaşanan futbol heyecanı çok güzel aktarılmış. Hüzünlü bir hikaye, bir yandan o yıllarda yaşanan olaylar insanın için burkarken bir yandan da çocukların yaşadıkları ve futbol sahneleriyle gülümsetmeyi başarıyor. Sonuç olarak iyi film yani. Bol da ödüllüymüş zaten.

Destroyer - Kaputt

Destroyer yeni bir grup değil, baya eskiymiş hatta. Ben yeni öğrendim. Tee 95'li yıllara kadar dayanıyormuş. Benim sümüğümü sildiğim yıllar. Neyse, ben niye böyle iğrençleşiyorsam. Daniel Bejar, Vancouver müzik piyasasında adı geçen biri olmaya başlayınca yanına John Collins'i de alıp grubu resmen kurmuşlar. Fakat uzun ömürlü bir birliktelik olmamış onlarınki. Daniel, The New Pornographers ile beraber çalmasının yanı sıra, bir yandan da söz ve müziklerini kendi yazdığı şarkılarla Destroyer'ın kaderini tek başına çizmiş. -Ne laf ettim lan- Böyle kısa bir kariyer geçmişi yaptıktan sonra albüme geçeyim. Tek cümle ile açıklamak gerekirse; jazz'dan etkilenmiş harika bir indie albüm olmuş. O saksofon soundunu şarkılara yediren adamın heykelinin dikilmesi lazım bence, o derece harika! Chinatown, Kaputt, Downtown ve Poor In Love favorilerim. Bu albüm, Destroyer'ın 9. stüdyo albümüymüş. Ben diğer albümlerinin dinlememiş olsam da en az bu albüm kadar güzel olacağını düşünüyorum. Gidip diğer albümlerini de indireyim, onları da dinleyim. Ama ondan önce Kaputt dinleyeyim. Ne kadar güzel, ne kadar sade...

Destroyer - "Chinatown"

The Vaccines - What Did You Expect From The Vaccines



İsimlerini söylemekte bir hayli zorlandığım The Vaccines, 2010 yılında Londra'da kurulmuş Justin Young, Árni Hjörvar, Freddie Cowan ve Pete Robert'tan oluşan the next big thing gruplardan bir tanesi. BBC'nin 2003 yılından beri yaptığı yılın en çok ümit vadeden müzisyenleri anketinde Jessie J ve James Blake'in ardından 3. sırada kendilerine yer bulmuşlar. Londra'da seyircileri arasında Alex Kapranos, Marcus Mamford, The White Lies ve The Maccabees üyelerinin de bulunduğu verdikleri ilk konser alemin delikanlı dergilerinden biri olan Clash, fantastik, heyecan verici, kıpır kıpır olarak tanımlanmış. Anlıyacağımız çocuklarda baya iş var. The Strokes'un Angles albümünden bekleyip de bulamadığınız o enerjiyi bu albümde bulmak mümkün. Çoğu kimsenin aksine Angles benim severek dinlediğim bir albüm oldu, orası ayrı. Tabii ki bir The Last Shadow Puppets etkisi yapmadı bende ama 2011'in plase albümlerinden biri olacağı kesin. Aferin gençler, güzel olmuş. Takdir ediyorum, ayakta da alkışlardım ama gerek yok böyle şeylere şimdilik.

The Vaccines -"Post Break-Up Sex"

*Albümü indirmek için Einstein olmanıza gerek yok.