Interpol @Küçükçiftlik Park

* Interpol radarıma ilk iki albümleriyle ve Evil, Take You On A Cruise gibi enfes şarkılarıyla giren sevdiğim bir grup olsa da konser haberini aldığımda içimde canlı canlı izleyim diye bir istek olmamıştı. Belki giderim diyordum. Daha sonra blogunu yeni takip etmeye başladığım Octopus Mind'ın konsere gidebilecek durumda olmadığı ve biletini blogunun bir takipçisine vermek istediği ile ilgili yazısını okudum ve tek yapmam gereken yorum olarak en sevdiğim Interpol şarkısını yazmaktı. Nihayetinde o şanslı kişi ben oldum ve Octopus Mind sayesinde nefis bir konser izlemiş oldum, kendisine tekrar teşekkür ediyorum.

* Genel olarak ilk iki albümden şarkılar çalındı. Evil, Slow Hands gibi bilinen şarkılara genelde seyirci eşlik etti ama bunu konserin geneli için söyleyemeyiz. Interpol'un sahnedeki o durağan, gelir çalar ve gideriz tavırlarından olsa gerek çok da çılgın atmadı kimse.

* Set list bence yeterince iyiydi. Sonuçta çok da beğenilmeyen son albümlerinden fazla şarkılar çalmadılar. Zaten o şarkılar girdiğinde de millet tepkisiz dinlemekten başka bir şey yapmadı. Hemen yan tarafımda bulunan grubun sıkı hayranları olan bi' arkadaş "Hands Away ulaan, çocuğumu keserim Hands Away çalın" diye bağırdığı sırada Hands Away çalmaları baya keyifliydi. Bir kez daha anladık ki kalp kalbe karşıymış. :) Bis'ten sonra Take You On A Cruise çalarak beni baya sevindirdiler. Kapanış da Obstacle 1 ile oldu. Paul Banks biraderim yakında tekrar geleceğiz diyerek bitirdi ve backstage'e partilemeye gittiler.

* En melankolik şarkıda bile zıplayarak tepinen rahatsız Alman tipler vardı, onlar baya rahatsız ettiler milleti. Onun dışında iki tane genç arkadaştan biri hemen arkamda kariyerini nereye taşıması gerektiği üzerine konuşuyordu. Çok yanlış gelmişsiniz birader siz diyemedim ama olur da bu satırları okursa o arkadaş bence de İzmir'e gitsin, güzel şehir sonuçta. Kızlar da güzel.

Setlist: Succes - Say Hello To The Angels - Narc - Hands Away - Barricade - Leif Erikson - The New - C'Mere - Lights - Evil - NYC - Length Of Love - Heinrich Maeuver - Memory Serves - Slow Hands Encore: Untitled - Take You On A Cruise - Not Even Jail - Obstacle 1

Interpol - "Evil"
Interpol - "Take You On A Cruise"
Interpol - "Slow Hands"

No One Knows About Persian Cats [2009]


- Geçen gün okulda boş boş takılırken işçi filmleri kapsamında film gösterimi olduğunu öğrenip filmler hakkında küçük bir araştırma yaptıktan sonra gösterimi yapılacak 2 filmi izlemeye karar verdim. Bunlardan ilki İranlı yönetmen Bahman Ghobani'nin Kasi Az Gorbehaye İrani Khabar Nadareh (Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor) isimli filmiydi. Filmde Tahran'da kaçak olarak bir müzik grubu kurmayan çalışan gençlerin serüveni anlatılıyor. İran'da müzik grubu kurmak sanıldığının aksine çok zor bir iş zira İslam'da müzik zevk uyandırdığı için günah olarak sayılıyor. Kadınlar bir müzik grubunda sadece back vocal yapabiliyorlar. Kadın sesi artık nasıl bir his uyandırıyorsa İran'daki İrşat Bakanlığı'nın kurallarına göre günah sayılıyor. Yine bu kurallara göre batılı enstrümanları kullanarak toplumsal değerleri sorgulayıcı müzik yapmak da yasak. Böyle bir durumda amaçları sadece müzik yapmak ve kendilerine bir grup kurmak isteyen 2 İranlı gencin, kendilerine grup arkadaşları aradıkları sırada yaşananlar anlatılıyor filmde. Bütün bu yasaklara rağmen gençler underground mekanlarda, ahırlarda, inşaat tepelerinde, çatı katlarında müziklerini zorda olsa icra etmeye çalışıyorlar.

- Filmde oynayan oyuncular Bahman Ghobadi'nin diğer filmlerinde olduğu gibi profosyonel oyuncular değiller. Hatta çoğu İran'da tek amaçları müzik yapmak olan gençler. Filmde kullanılan müzikleri de bu müzisyenler yapmış. O kadar güzel müzikler kullanılmış ki eve gidince ilk olarak yaptığım şey soundtrack albümünü indirip dinlemek oldu.

- Tabii filmi izlerken temel hak ve özgürlüklerin islami dikta tarafından nasıl yasaklandığını ve insanları zor duruma düşürdüklerini, tutkularının peşinden gidemediklerini ve sansürü en hat safhada görünce bunun ne kadar iğrenç bir şey olduğunu bir kez daha anladım. İnsanların yaptıkları şey sadece müzik olduğu halde bu şekilde baskılara uğraması insanın için acıtıyor. Sansürü bu şekilde çarpıcı bir şekilde izleyince ister istemez karşılaştırma yapıyorsunuz. Tabii ki bir İran değiliz ama bizim de ülke gündeminin şu sıralar sansür olması inanılmaz üzücü. Gençlerin konsere gitmelerini yasakladılar, içki içmeyi yasakladılar, internette saçma sapan bir sistem getirmeye çalışıyorlar ve bunların arkasındaki tek neden kendi işlerine gelmeyen şeyleri yasaklayarak kendi istediklerini insanlara zorla kabul ettirmek. Kişisel özgürlüklere el uzatmak.. Bunu hazmedemiyorum.. Şu yaşımda, bir genç olarak, üniversiteden mezun olur olmaz tek idealim çalışıp ülkeme faydalı biri olmak ya da iyi bir kariyer yapmak değil de bir an evvel doğup büyüdüğüm ülkemden kaçmak, başka bir ülkede yaşamaksa bunun en önemli sebebi şu anki yönetimdeki insanlar ve dayatmaya çalıştıkları zihniyettir.

- İranlı yönetmen bu filmi gizli olarak çektiği için ülkesine dönmesi mümkün değilmiş ve kendisine yaşamak için yeni bir bulması gerekliymiş. Ne kadar saçma değil mi? Ülkendeki gerçekleri anlatan bir film çekiyorsun ve bir daha oraya adımını bile atamıyorsun. Anlaşılması güç bir yer İran.

Take It Easy Hospital - "Me and You"


Take it Easy Hospital - "Human Jungle"

*Soundtrack albümü için postere tık.

Brazzaville - Jetlag Poetry



Her dinlediğim yeni albümün akabinde "yılın albümü budur abicim" diye klişe bir yorum yapıyorum ama haketmiyor da değiller. Yine harika bir albüm ile daha karşı karşıyayız sevgili Hacılar Erciyessporlular. David Brown'ın sesini ilk kez duyduğumda çok net söylediğim ilk şey "Bu nasıl bir güzel ses lan" olmuştu. Biraz geç de keşfetmiş olsam the Clouds In Camarillo isimli şarkıları diğer bütün işlerini fellik fellik aramama ve dinlememe yeterli olmuştu. Bir kez dinlediğinizde bırakamıyorsunuz zaten, bağımlılık yaratıyorlar. Öyle güzel bir müzik yapıyorlar ki.. Brazzaville'in müziğini bir kelime özdeşleştirmek gerekseydi heralde o kelime "huzur" olurdu. İnsana bu kadar duygu yoğunluğu yaşatan bu kadar samimi başka bir grup var mıdır bilemiyorum. Mutluluk aşısı vuruyorlar resmen her dinlediğinizde. Jetlag Poetry için de aynı şeyi söyleyebiliriz. 9 tane birbirinden güzel şarkı var albümde. David Bowie'den Moonage Dream ve Arthur Russell'dam Your Motion Says yorumları albümün iki küçük sürprizi. Favori şarkılarım aşağıya videolarını koyduğum, Pillow Frome Home ve Rather Stay Home.

Brazzaville - "3Jane"



Video: Brazzaville - "Pillow From Home"
Video: Brazzaville - "Rather Stay Home"

Fleet Foxes - Helplessness Blues


Tam bir korsan avcısı olduğum için ve yeterince sabırlı biri olamadığımdan olsa gerek albümün tamamını önce Rolling Stone üzerinden stream olarak hatim ettim ardından da malum ortamlara düştüğü için Capua halkının benden beklediği hareketi yaparak indirdim. Hatta sende indirmek istiyorsan albüm kapağına tıklayabilirsin, bu müzik ziyafetini kaçırmak istemezsin çünkü. Tek kelimeyle muazzam bir albüm olmuş. Beklediğimize kesinlikle değmiş. Kendi adını verdikleri 2008'deki albümü o kadar çok dinledim ki her gece uyumadan önce; bir daha Fleet Foxes uzunca bir süre dinlemezdim diyordum lakin Helplessness Blues'un tadından yenmez derecede güzel bir şarkı olması albümün geri kalanını da sabırsızlıkla dinleme isteği uyandırdı ve bu şekilde tavladı beni. Yine akıllıca sözler, insanı hemen yakalayan melodiler ve Robin Pecknold'un eşsiz vokali. Yine tam da uyku öncesi dinlemelik, sakin bir havanın hakim olduğu alışılmış Fleet Foxes soundu. Daha çok yeni olsa da ilerde bu albüm hakkında ilk albümün kusursuz bir kopyası diye yorumlar okuyacağımıza adım gibi eminim. Bu benim için kesinlikle bir kusur değil. Gruptan ne beklediğinizle alakalı bir şey bu. Benim ve muhtelemen Fleet Foxes dinleyicisinin de beklediği böyle bir şey olsa gerekti sanırım. Tıpkı The Strokes'un ikinci albümünde yaptığı gibi; 0 yenilik, yine yalnız gecelerin soundtracki olacak muazzam bir albüm.

Favori şarkılarım; Montezuma ve Sim Sala Bim.



*Koyduğum mp3ler copyright mağduru oldular, o yüzden albüm kapağına tık.

The Decemberists - The King Is Dead



Morrissey'i severim, hatta Morrissey'i seveni de severim. Colin Meloy da Moz sevgisi hat safhada olan bir biladerim, hatta Moz şarkılarını coverladığı Colin Meloy sings Morrissey isimli bir çalışması da mevcut. Bildiğim kadarıyla Meloy'un ilk solo albümü. Her ne kadar o çalışma genel olarak bende çalışmasa da o albümün en güzel yorumu olduğunu düşündüğüm Everyday Is Like Sunday'ı, zaman zaman dinlerim. Colin Meloy ile girizgahı yaptık, The Decemberists ile devam edelim. The Decemberists müzik klasörümün içinde bütün albümleriyle yer almış bir grup değil, beğendiğim birkaç şarkısı vardır lakin hiçbir zaman sıkı bir takipçileri olmadım. En basitinden "ne yapmış benim Colin Meloy biraderim, ah ulan yine unuttuk herifleri iyi mi" diye ağlayıp, hayatı bu şekilde zindan etmem kendime. Yani The Decemberists en sevdiğimiz grup değil lakin sevdiğimiz, takdir ettiğimiz şarkıları olan bir grup. Bu albümle de Down By The Water ve Rox In The Rox isimli iki güzel şarkıyı dinleyerek tanıştım, çok da güzel yaptım. Colin Meloy'un Morrissey ve The Smiths hayranlığından bahsettim; albümün adında da sanki İngiltere'den çıkmış en güzel albümlerden biri olan The Queen is Dead'e bir gönderme var gibi. Daha önce dinlediğim şarkılarına göre sanki bu albüm daha bir folk, country kokuyor gibi. Albümün sürprizi de REM'in gitaristi Peter Buck'ın üç şarkıda gruba eşlik ediyor olması. Bazı şarkılardaki mızıka tınıları Bob Dylan'ı hatırlattı. Dinlemeyeli uzun süre olmuş. Albüm Billboard 200 listesinde iki hafta boyunca bir numarada kalmış ki bu da gösterkiyor ki albümün güzelliği satış rakamlarına da yansımış. "2011'de iyi albüm yaptı yea, du bakalım" diyerek bitireyim.

The Decemberists - "Down By The Water"


It's all in the air!



Bahar geldi gelecek derken, bir türlü gelmeyi başaramadı. Ne zaman uyanıp da dışarı baktığımda o karanlık, baskın havayı görsem moralim bozuluyor. Dinlediğimiz müziklere de etki ediyor haliyle bu. O yüzden biraz sakin, karanlık bir mix oldu diyebilirim, ama güzel oldu. Hatta öyle güzel oldu ki şimdiden üç kez dinledim, uyuşturucu etkisi yapmasından tırsıyorum.

Destroyer - "Poor In Love"
The Civil Wars - "I've Got This Friend"
Beach House - "10 Mile Stereo"
Lovett - "The Fear"
Best Coast - "Our Deal"
Jonquil - "Compound"
Fruit Bats - "Feather Bad"
DeVotchka - "Exhaustible"

*8tracks kodunda sebebini anlamadığım bir hata çıkıyor bazen. Şurdan da dinlenebilir.

The Dears - Degeneration Street



The Dears ile Babylon'un twitter sayfası sayesinde tanıştım. Albümün açılış parçası Omega Dog'un canlı bir konser performansını paylaşmışlardı ve günümü gün etmişlerdi resmen. Babylon'un twitter ve facebook sayfasını takip etmekte fayda var zira sadece gelecek olan gruplar ile ilgili şeyler paylaşmalarının dışında böyle güzel şarkılar, yeni albümleri de paslıyorlar arada. Önce takip ettiğim birkaç müzik sitesinden albüm ile ilgili söylenenlere baktım ve okuduğum bütün yorumlara göre albümü öve öve bitiremiyorlardı. Hakkaten söylenenler az bile bu albüm için. 2011'de yayınlanan albümler içinde açık ara en iyi iş bana göre. O derece sevdik biz kendilerini. Yaptıkları müziğin The Smiths ile olan benzerlikleri, solist Murray Lightburn'ün sesiyle Morrissey'i andırması bile bu Kanadalı gençleri dinlemek için yeterli bir sebep. Camiada siyahi Morrissey bile denilmeye başlanmış M. Lightburn için. Bu arada kendisi grubun klavyecisi Natalia Yanchak ile de evliymiş. Natalia'nın grupla tanışma hikayesi de ilginç. Montreal'de bir barda ortak arkadaşları sayesinde bir barda tanışıyorlar ikili ve bizim Murray reyis gönlünü orda kaptırıyor Natalia'ya. Hanım kızımız, Murray baba için "zavallı çocuk" diye bile düşünüyor, çok geçmeden zaten klavyeci arayışları olan The Dears'da sanatını icra etmeye başlıyor.

Omega Dog'a ilk dinleyişte zaten bayılmıştım. Radio Eksen'de de fazlaca çalan Blood yine harika bir şarkı. Beğendiğim şarkıları yazmaya kalksam bütün tracklisti yazmak zorunda kalacağım. O yüzden hiç o işe girmeyeyim. Bu albüm kısaca içinde boş şarkı olmayan, hepsi ayrı güzel şarkılardan oluşan bir albüm. The Smiths'ten Blur'den izler taşıdığını söyleyenler sonuna kadar haklı. Ama bu albümde daha da fazlası var. Yılın albümü olur mu bilmiyorum. Daha iyileri çıkana kadar 2011'in en iyisi budur bence.

MP3: The Dears - "Blood"




O Ano Em Que Meus Pais Sairam De Ferias [2006]


Başlığı yazmak biraz zor oldu. 3 dakikamı falan aldı diyebilirim. Bir filme bu kadar uzun isim verilmesine karşıyım arkadaş. Bu kadar uzun film ismi olmaz. Çin işkencesi gibi. Arkadaşına bile söyleyemiyorsun hangi filmi izlediğini. O Ano em Que Meus Pais Sairam de Ferias. Ey yavrum ey. Ben bunu söyleyene kadar çocuk bile yaparım. Neyse filme geçelim. Yönetmen koltuğunda Cao Hamburger var. Futbol temalı bir dönem filmi bu. 70'ler Brezilya'sı, 70'lerin siyasi ortamı, 70 Meksika Dünya kupası. Pele ve Tostao'lu Brezilya milli takımı.. İzlemek için her şey mevcut. Filmdeki mevzu belli. Siyasi olaylara karışıp ülkeyi terk etmek zorunda kalan, çocuklarına dünya kupasından önce geleceklerini söyleyen bir anne baba ve dedesinin yanına teslim bile edilmeden bırakılan fakat dedesinin öldüğünü öğrenen ve mahalleliler tarafından bakılan Mauro. Yalnız kalmış bir çocuğun, evinden anne babasından uzakta anlatılan hikayesi yani. Mauro bebesi de acayip sevimli bir şey. Bir de erkek fatma rolüyle, küçük yaşta erkek kafasını çözen ve annesinin tükkanında soyunma odalarını arkadaşlarının gözetmesini sağlayan Hanna karakteri var. O yaşta bu işi ticarete dökmesi de güzel bir ayrıntı! :) Bebelerin oyunculukları son derece başarılı. Zaten yönetmen bebeleri bulmak için 1500'e yakın başvuru almış ve tam 6 ayını almış oyunculara karar vermesi. Filmin ekstrası tabii ki zaman zaman ekranlara da yansıyan '70 Meksika dünya kupası ve Peleli Brezilya. Futbol deyince hayatın durduğu bir Brezilya ve pür dikkat televizyona kesilen insanlar. Çekoslovakya gol atınca sevinen sosyalistin Brezilya gol atınca sevinçten çıldırması.. O zamanlarda yaşanan futbol heyecanı çok güzel aktarılmış. Hüzünlü bir hikaye, bir yandan o yıllarda yaşanan olaylar insanın için burkarken bir yandan da çocukların yaşadıkları ve futbol sahneleriyle gülümsetmeyi başarıyor. Sonuç olarak iyi film yani. Bol da ödüllüymüş zaten.

Destroyer - Kaputt

Destroyer yeni bir grup değil, baya eskiymiş hatta. Ben yeni öğrendim. Tee 95'li yıllara kadar dayanıyormuş. Benim sümüğümü sildiğim yıllar. Neyse, ben niye böyle iğrençleşiyorsam. Daniel Bejar, Vancouver müzik piyasasında adı geçen biri olmaya başlayınca yanına John Collins'i de alıp grubu resmen kurmuşlar. Fakat uzun ömürlü bir birliktelik olmamış onlarınki. Daniel, The New Pornographers ile beraber çalmasının yanı sıra, bir yandan da söz ve müziklerini kendi yazdığı şarkılarla Destroyer'ın kaderini tek başına çizmiş. -Ne laf ettim lan- Böyle kısa bir kariyer geçmişi yaptıktan sonra albüme geçeyim. Tek cümle ile açıklamak gerekirse; jazz'dan etkilenmiş harika bir indie albüm olmuş. O saksofon soundunu şarkılara yediren adamın heykelinin dikilmesi lazım bence, o derece harika! Chinatown, Kaputt, Downtown ve Poor In Love favorilerim. Bu albüm, Destroyer'ın 9. stüdyo albümüymüş. Ben diğer albümlerinin dinlememiş olsam da en az bu albüm kadar güzel olacağını düşünüyorum. Gidip diğer albümlerini de indireyim, onları da dinleyim. Ama ondan önce Kaputt dinleyeyim. Ne kadar güzel, ne kadar sade...

Destroyer - "Chinatown"